Sanatın en kadim damarlarından biri olan mimarlık, günümüze yakın bir diğer sanat dalı olan sinema ile (28 Aralık 1895) çoğu kez bir araya geldi. Görsel edebiyat olarak da tanımlayabildiğimiz sinemada mimari etkilerin görülmesi kaçınılmazdı. Çoğunlukla Tim Burton filmlerinde gördüğümüz mimaride modernizm eleştirisi sanatın her dalıyla eleştirel olabilmeyi birbirinde getiriyor.
Bir filmin üretim sürecinde en az senaryo kadar önem sarf ediyor mimari, aslında sahnedeki durumu anlatan bazı haller istisna olarak diyalogdan ziyade mekân olabiliyor. Bazı otör (bağımsız sinemacılar) yönetmenler imza binalar, semboller kullanıyor eserlerinde, örnek verilecek olursa The Shining filmi Bates motel’de geçer dolayısıyla en az replikler kadar bahsettiğimiz otel de hatırlanır. Sahnelerde kullanılan renk tercihleri; kırmızı, siyah vs. birebir mimariyle, bir yanıyla psikolojiyle bağlantılıdır. Yalnızlığı tasvir eden patlak ampul, arka planda kimsenin izlemediği televizyon, mizansenin bize herhangi bir ev gereciyle bile anlatılacağını belirtir. İnsanların kendinde bir şeyler bulabilmesi için çevresindeki aşina olan nesneler tercih edilir ve samimiyet yakalanır.
Hattı zatında sinema çoğunlukla bir evin içinde geçen olaylar dizisidir. Bu evi de tasarlayan, potansiyel varlığını dizayn eden mimaridir yani her iki dalın üretim alanı başka türlü olsa da sanatın bağlayıcı kuvveti zincir gibi birleşen ve tam manasıyla birbirinden kopamamış, uzaklaşmış sanat dallarını yalnızca birbirine yaklaştırıyor.
Sonuç olarak mimari: toplu bir ihtiyaç sonucu ortaya çıkan yaratıcılık kalemi sinema ise sanatkârın derdini edebiyatla ve görsellikle boşaltma biçimdir ve her ikisi de sahip olduğumuz medeniyetin mimarlarından….